Ona gerçek adı ile hitap etmek en doğrusudur: Sultan Abdülhamid

Sultan Abdülhamid, ne “Kızıl Sultan” ne de “Ulu Hakan”dır. Ona gerçek adı ile hitap etmek en doğrusudur: Sultan Abdülhamid…

Sultan Abdülhamid, bir darbe sonucu ve darbecilerle yaptığı pazarlık sonucunda iktidara gelmiş ve bir darbe sonucunda tahttan indirilmiştir.

Bütün otokratlarda olduğu gibi, Sultan Abdülhamid de kısa sürede kendisini iktidar yapan devlet adamlarının hemen hepsini yanından yöresinden uzaklaştırmış, daha çok silik, kendisine kayıtsız şartsız biat edecek devlet adamları ile çalışmayı tercih etmiştir. Onun yönetiminde, iş başına gelecek devlet adamlarında liyakat ve ehliyet değil, mutlak biat ve sadakat tercih edilmiştir. En hayati pozisyonlarda çalıştırdığı kimseler, daha çok gayrimüslim devlet adamlarıdır. Canını emanet ettiği özel doktoru da malını emanet ettiği bankeri ve Hazine-i Hassa Bakanı da gayrimüslimdir.

Sultan Abdülhamid, moratoryum ilan etmiş, neredeyse bütün kurumları çökmüş bir devlet yönetimi devraldı. Osmanlı Devleti, ondan önce de ondan sonra da sadece uzatmaları oynuyordu. Borç batağına batmış, el tezgahtarlığına dayalı ekonomisi Avrupa’nın fabrikasyon üretimi karşısında iflas etmiş, memurlarına doğru dürüst maaş ödeyemeyen, okuma yazma oranları tekli rakamlarla ifade edilen, hiçbir üniversitesi olmayan, medreseleri adeta orta çağı yaşayan, açlık, sefalet ve hastalıkların kol gezdiği bir ülke idi Osmanlı Devleti.

Sultan Abdülhamid’in de kendilerinden öncekiler gibi ekonomik çarkı çevirmek için yabancıların ve Galata Bankerleri’nin kapısını çalmaktan başka çaresi yoktu. Yeni borçlar bulması için öncekileri yapılandırması gerekiyordu. Düyun-ı Umumiye Meclisi’ni kuran meşhur Muharrem Kararnamesi onun imzasını taşıyor. Alacaklılar, bu kararname ile daha kaynağında Osmanlı Devleti’ni gelirlerinin önemli bir bölümüne, alacaklarına karşılık el koyuyordu. İlki 1854’te Kırım Savaşı esnasında alınan dış borcun, Düyun-ı Umumiye kapsamındaki son taksitini, Türkiye Cumhuriyeti ancak 1954’te ödeyebildi.

Sultan Abdülhamid döneminde, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi ekonomi hiçbir zaman iyi durumda olmadı. Ekonomik iflasa rağmen Sultan Abdülhamid’in yaptırdığı demiryolları, okullar ve hastahaneler ve genel olarak giriştiği imar faaliyeti onun sevap hanesine yazılması gereken önemli yatırımlardır.

Sultan Abdülhamid döneminde hiç toprak kaybedilmediği iddiası bir efsaneden ibarettir. Onun döneminde Osmanlı Devleti’nin kaybettiği topraklar, bugünkü Türkiye’nin iki katından daha fazladır. Daha da ötesi, Kıbrıs’ı adeta İngilizlere armağan etmiştir. Çırağan Baskını’ndan sonra Sultan dehşete kapılmış, evhamlı mizacından dolayı korkuları kontrolden çıkmış ve kendisini korumaları için İngiltere’ye sığınmıştır. Sultan’ın bu ruh halinden yaralanmayı bilen dönemin İngiltere İstanbul Büyükelçisi Usta diplomat Henry Layard, Sultan’dan Kıbrıs’ı tereyağından kıl çeker gibi rahatlıkla koparmıştır.

Sultan Abdülhamid’in yedi düvele kafa tuttuğu, büyükelçileri tokatladığı şeklindeki iddialar da hem yalan hem de gülünçtür. Aksine Sultan Abdülhamid, diplomatlara karşı son derecede kibar, misafirperver ve cömerttir. Elçiliklerdeki memurlara varıncaya kadar Sultan, diplomatları ve yabancı misafirleri nişan ve ihsanlara boğan biridir.

Sultan’ın, sonraki yıllarda İngiltere ile arasının açılması kendisinin tercihi değil, İngiltere’de iktidara gelen aşırı Türk ve Müslüman Düşmanı William Gladstone’un yaklaşımıdır. Sultan isteseydi de Gladstone ile anlaşamazdı. Nitekim Gladstone’ın ilk icraatı, gelir gelmez Mısır’ı işgal ve ilhak etmesi idi. Sultan Abdülhamid, çaresiz kalınca Avrupa’da sarılacak bir dal olarak Almanları buldu. Alman İmparatoru Wilhelm ile geliştirdiği yakın ilişki İttiharçılar tarafından miras olarak alınmıştır. Bu sıkıntılı ilişki, Osmanlı Devleti’nin, I. Dünya Savaşı’nda, Alman saflarında savaşması sonucunu doğurmuş, bu aynı zamanda imparatorluğun sonunu getirmiştir.

Onun 1900’lü yıllarda Rus Çarları ile ilişkileri ısıtması ve Romanof hanedanı ile yakınlaşması, biraz da iki ülkedeki yönetimin birbirine çok benzemesinden kaynaklanıyordu.

Onun zamanında Kapitülasyonlar aynen devam etmiş, kapitülasyonları geriletmek için bazı girişimleri olmuş ama Avrupalıların çok sert tepkileri ile karşılaşınca geri atmak zorunda kalmıştır.

Sultan Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti adeta misyoner faaliyetlerin, misyoner ve yabancı okullarının cenneti haline gelmiştir. Sultan’ın misyoner karşıtı tutum takındığı da doğru değil.

Onun amansız bir Yahudi düşmanı olduğu, dünya siyonizminin babası Teodor Herzl’e haddini bildirdiği de bir şehir efsanesidir. Aksine Sultan, Teodor Herzl’le ve Rotschild ailesi ile yakın dostluk kurmuş, onları ikram ve ihsanlara boğmuştur.

Tahttan indirildiğine dair, kendisine hal fetvasını tebliğ eden milletvekilli ve ayan heyetinde Yahudi, Selanik Mebusu Emanuel Karasu’nun bulunması, bu işin bir Yahudi, en hafifinden bir sebataist tezgahı olduğu iddiasına yol açmış ve muhafazakar camia bunu daima Sultan’ın mazlumluğu için bir gerekçe olarak kullanmıştır. Emanuel Karasu oraya Yahudileri temsilen ve Yahudilik davası için değil, sadece Osmanlı Mebusan Meclisi’nin bir üyesi olarak gitmiştir. Üstelik, kendisi durumdan vazife çıkarmamış, Meclis-i mebusan tarafından, tıpkı diğerleri gibi, görevlendirilmiştir. Kaldı ki, Yıldız evrakının, en azından bir kısmı, üzerinde yapılan incelemelerde Sultan’a en çok jurnal verenlerden birinin Emanuel Karasu olduğu ortaya çıkmıştır.

Sultan, halkın içinde bir hükümdar değildir. Kendisini, ayrı bir dünyaya çevirdiği Yıldız Sarayı’na kapatmış, ülkeyi jurnaller ve istihbarat raporları ile idare etmiştir. Değişmez kaidedir, korkaklar korkutarak idare eder. Sultan Abdülhamid’in hayatına hem şahsı hem ailesi hem de ülkesi adına cinnet derecesine varan korkular hakimdir. Onun yönetimi bir, tek adam yönetimidir ve hiç şüphe yok ki, gerekçesi ne olursa olsun bu dönem, bir istibdat dönemidir. Sansür, sürgün, takip, taciz bu dönemin karakteristik özelliklerindendir.

Onun döneminde bütün yetkiler merkezileşmiş, ancak bu merkez payitaht olarak İstanbul değil, sadece ve sadece Yıldız Sarayı’dır. Dedesi II. Mahmut’tan itibaren güç ve itibar kazanan Babıali, Sultan Abdülhamid döneminde etkisiz ve yetkisiz hale gelmiştir.

Sultan Abdülhamid’in çok dindar olduğu hatta “veli” olduğu iddialarının da hiçbir gerçeklik payı yoktur. O, diğer Osmanlı padişahları ne kadar dindarsa o kadar dindardı. Sultan Abdülhamid, Sarayında aile fertleriyle birlikte Batılı bir hayat yaşıyordu. Saray Tiyatrosu’nda Avrupa’daki en son opera ve operetleri ailesiyle birlikte seyrediyordu. Türk müziğinden asla hazzetmez, bütün çocuklarına Batı müziği eğitimi aldırırdı. Türkiye’deki ilk içki fabrikası, Bomonti kardeşlerin onun zamanında İstanbul’da kurduğu bira fabrikasıdır.

Sultan’ın İslamcılık politikası, pragmatist bir politika idi. Halife sıfatını siyasi bir enstrüman olarak en çok kullanan padişah şüphesiz ki Sultan Abdülhamid’ti. Peki bu bir işe yaradı mı? Tabii ki de bir işe yaramadı. Onun İslamcılık politikası, Türkiye’deki İslamcı aydınlara bile samimi gelmiyordu. Nitekim kendi dönemindeki İslamcı diye niteleyebileceğimiz aydınların ezici çoğunluğu Sultan Abdülhamid’e karşı idi. Onun baskıcı politikalarının münafık bir toplum oluşturduğuna inanan İslamcılar, İslam halifesinin istibdatçı olmasını, İslamiyeti, bütün dünyaya istibdata müsait bir din olarak gösterdiği için çok ama çok kızgındırlar.

Türkiye’deki mevcut İslamcıların Sultan Abdülhamid’i adeta kutsaması akla ziyan bir durumdur. Bunun kaynağı, çok iyi bir şair ama çok kötü bir ideolog olan merhum Necip Fazıl’dır. Necip Fazıl’ın her zaman duyguları aklının önünde olmuştur. Bütün hayatı reaksiyonlar üzerine bina edilmiş Necip Fazıl, Kemalizme karşı adeta Hamidizm diyebileceğimiz bir ideolojinin mucididir. Onun devamında, son derecede zeki ama bir o kadar da savruk olan merhum  Kadir Mısıroğlu, özellikle Milli Görüş çevrelerinin tarih şuurunu oluşturan kişi olmuştur. Adı geçen iki şahsa “üstad” olarak hitap eden bu camia, araştırmalara ve okumalarına dayanarak değil, bu iki zatın beyanlarına dayanarak Türkiye’de bir Abdülhamid kültü oluşturmuşlardır.

Muhaliflerine göz açtırmayan Sultan Abdülhamid, onlarla ikili görüşme ve münasebetlerinde görünüşte çok samimi ve sempatiktir. Muhalifleri onunla görüşüp ayrıldıktan sonra olumlu yönde büyük bir ümide kapılır ama bu iyimser hava uzun sürmez. Bu kişiler kısa süre sonra ya sürgüne gönderilir ya da kendileri bir şekilde yurt dışına kaçmak zorunda kalır. Havuç ve sopa politikasını en iyi uygulayan padişahlardan biri hiç şüphe yok ki Sultan Abdülhamid’tir.

Sultan, olağanüstü bir servete sahiptir. Şehzadeliğinden beri servet edinme konusunda bir hayli marifetli olan Sultan Abdülhamid’in mallarının çok önemli bir bölümü, kendisinin tahttan indirilmesinden sonra İttihatçılar tarafından hazineye devredilmiştir. Azlettiği birçok devlet adamının malını müsadere eden Sultan da sonunda müsadereye uğramıştır. Bugün bile Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nün kayıtlarında, Filistin’den Bosna-Hersek’e kadar Sultan Abdülhamid adına kayıtlı binlerce tapu bulunmaktadır. Bunların yarısına yakını bugünkü Türkiye toprakları üzerindeki gayrimenkullerdir.

31 Mart Olay’ında Sultan’ın doğrudan bir alakası yoktur ancak bu olay esnasında kendisinin eski gücüne kavuşacağı ümidine kapılmıştır. Olayı tahrik ve teşvik etmemiş ama ciddi şekilde engelleyici bir irade de ortaya koymamıştır.

Sürgüne Gönderildiği Selanik’te ikametine ayrılan Alatini Köşkü uzun süre boş kaldığı için bir miktar bakımsızdır ama o dönem de şimdi de bu bina Selanik’teki en prestijli binalardan biridir. Kendisi ve ailesine refakat eden bazı genç subayların kendisine ve aile fertlerine yönelik terbiyesizlikleri elbette utanç vericidir. Sultan, Selanik’ten İstanbul’a nakledilince Beylerbeyi Sarayı ikametine tahsis edilmiştir. Kendisinin devrik sultan olan ağabeyi Sultan V. Murad’a reva gördüğü muamele ile kendisine yapılan muamele mukayese bile edilemez. Sultan V. Murad, Çırağan Sarayı’nın kendisinde değil, bu sarayın müştemilat sayılan bir bölümünde yaşayıp vefat etmiştir.

Vefatından sonra pişmanlıklarını ifade edenlerin hemen hepsi İttihat ve Terakki’nin baskıcı yönetiminden dolay hayal kırıklıklarına uğrayanlardır. Tam istibdattan kurtulduk derken başka bir çeşit istibdatın kucağına düşenler, gelenin gideni arattığını gördükleri için nedamet duygusuna kapılmışlardır. Ancak gelenin daha kötü olması gideni iyi yapmamıştır.

Sultan Abdülhamid’e yaşadığı dönemde karşı olan İslamcı aydınlardan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Mehmet Akif Ersoy, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ve Bediüzzaman Said Nursi’ye izafe edilen pişmanlık beyanları, yazılı bir bilgi ve belgeye dayalı değil kulaktan dolma iddialardan ibarettir.

Sultan Abdülhamid elbette hatalarının ve sevabının hesabını Allah’a verecektir. Elbette bizim gibi kulların, o ve onun gibiler için düşündükleri ve vardığımız yargılar sadece tarih ilmi açısından değil, günümüz ve geleceğimiz açısından da önemlidir.

Çünkü tarih dünle ilgilenir, bugün için ibret verir ve geleceğin şekillenmesine katkı sunar.

Copyright © 2024 | Hüseyin Çelik | Tüm hakları saklıdır. | Design By Cogen® Yazılım, Ankara Web Tasarım